7 Ocak 2010 Perşembe

Seninadınıanarakbaşlarım

.
Sadece sanadır tüm sözcüklerim
Tapınağının önünde diz çöktüğüm bir sensin
Irmaklar gibi sonsuza kıvrılır o muzip dudakların
Nar çiçekleri gibi şehvetle açar fısıldadığın kelimeler
Eğilirim sana, deniz kızlarını bilmek için

Meğer ki, kalem yazmaz bir ince sevdadır adın senin
Yüreğimin açı ortayında

Love is eternal demiştin ya bana bir sabah apansız
O zaman bir kiraz zamanı gelmiş, bir daha gitmek bilmemişti
Vadedilmiş topraklarım olmuştun sen benim
Ellerim avuçlarına sürgün
, koymalıyım tam burasına bir şiirin

Waterloo meydanında bir evdeydik, onbeş küsür yıl önceydi
Issızdı Amsterdam, geçmek bilmeyen pis bir kış vardı sokakta
Lambaların tümünü tutuşturmuştu gülüşün
Leylak kokardı bedeninin her kıvrımı

Yoldaşımdın sen sonra yedi denizde, dört kıtada
Ocağımdın ayazımda, memleketimdin
Uykumdun sarıldığım

Masumiyetimdi tüm günahlar
Ancak sen varsan, sensen o
Ruhumun elyazmalarına düşen günışığıydın sen
Rüyalarından uzak geçirdim bir binyılı gene de
Yokluğun bitmez bir ayaza sürgün uzun bir kıştı oysa

Maveraünnehir'e dökülür sana sözcüklerim tüm haritalarda
Etekleri zil çalarken yüreğimin
? içine sığınır işte bazen sevda

2 Ocak 2010 Cumartesi

Aşk Sınır Tanımaz

.
Bugün tuhaf bir seri konuşma yaptık sevgilimle. Sabah evden çıktım. 20 dakikalık bir taksi yolculuğundan sonra havaalanına ulaşıp check-in işlemlerini bitirince, Stine'yı aradım. "Şimdiden özledim seni" dedi. "Ben de tatlım; İstanbul'a varınca seni ararım" dedim. İstanbul'a inince Kopenhag'ı aradım. Stine da havaalanına gitmek üzere yola çıkıyordu, hafif bir telaş vardı sesinde...

Ben bir iki saat sonra, akşamki Champagne dersi için Ankara'ya uçtum. Ders faslı bitip yemeğe geçmek üzereyken Stine aradı. "Amsterdam'dayım" dedi, "Birazdan Nairobi'ye uçağımız kalkacak. Benim Iphone'a şifre giriyorum kabul etmiyor." Sonra devam etti: "Zanzibar'daki evin anahtarını Kopenhag'da unutmuşum galiba... Sen Frida'ya telefon edip, yarın evde birilerinin olmasını sağlar mısın?"

"Tabi tatlım" dedim ve Frida'nın Zanzibar numarasını çevirdim. "Merhaba Yunus, nasılsın?" dedi Frida. "İyiyim" dedim; "Stine şu anda uçakta, yarın sabah Precision ile Nairobi'den Zanzibar'a geçecek, yalnız ev anahtarlarını unutmuş; evde birileri kalabilir mi?"

"Tamam ben evdeyim zaten" dedi Frida.

Tadım grubundan Oğuzhan ile gözgöze geldik o anda.... "Evet, Oğuzhan" dedim; "Bu sabah Kopenhag'da beraber uyandığım sevgilim beni Amsterdam'dan telefonla arıyor ve Ankara'da yakalıyor; anahtarlarını unuttuğu için yarın evde birinin olmasını sağlamak için ben de Zanzibar'ı arıyorum"

C'est la vie!


.

1 Ocak 2010 Cuma

Kopenhag'da Yılbaşı

.
Buz gibi ayazda sigara içme hali dışında, nefis bir yılbaşı akşamı geçirdik Kopenhag'da. Danimarkalılar, İzlandalılar ve Türklerden oluşan bir kalabalık vardı; sohbetler keyifliydi. Kuzey Avrupalıların bu kasmadan eğlenebilme becerilerini, insan ilişkilerinin art niyetsizliğini, açık ve basitliğini çok seviyorum. Yalnız, saat tam 18:00'de tüm Danimarkalıların pür dikkat kraliçenin yeni yıl mesajını dinlemeleri tuhaftı biraz. Ben Stine'nın kulağına deli manyak uydurma bir çeviri fısıldadım konuşma boyunca. Nüfusun azlığından mıdır, ekonomik krizden midir nedir; topu topu 10 askerden oluşan şeref kıtası da evlere şenlikti. Neyse, kraliçe ekonomik krizden, kocasından, çocuklarından falan bahsetti; hani aile fertleriyle dertleşiyor gibiydi daha çok; derken Greenland, Faroe adaları gibi Danimarka'nın uzak kolonilerine selam gönderdi. Allah'tan fazla koloni yok, her biri için uzun uzun birşeyler söyledi, yıl içindeki ziyaretlerini anlattı... Derken Afganistan'daki Danimarka askerlerini andı, "Evlerinden uzak Danimarkalıların yürekleri umarım bizimle birliktedir" falan dedi... Tuhaftı hakikaten. Bizdeki yılbaşı dansözü kadar çiviledi Danimarkalıları televizyona.

Yemek olağanüstüydü; Tina'nın kocası Uffe, ciddi bir gurme olduğunu ispatladı bize. Basilicumla zenginleştirilmiş cottage cheese üzerine sarılmış somon ve Chablis ile başladık. Sonra Jutland usulü fırında patates ve enfes bir salata geldi. Et ve yanındaki hafif haşlanmış sebze garnitür de nefisti, hakikaten çok lezzetliydi; yanında bir miktar Şili ve Avustralya kırmızı içtik. Belki bir miktardan fazla olmuştur... Ete eşlik eden şarap/bulyon sosu da harikaydı. Uffe bir ara sosun tarifini de verdi ama, pek aklımda kaldığını söyleyemeyeceğim. Yemek sonrası Cognac, kahve ve puro üçlüsü yaptık. Bu arada Uffe'nin müzik yaptığı grubun Yunanistan'da oldukça popüler olduğunu, 140,000 kişinin Internetten cliplerini seyrettiğini de öğrendim. Sesi de hiç fena değil kayıtlarda!

Uzun yemek faslını, Uffe'nin Johnny Cash'den çaldığı bir şarkıyla bitirdik: "The Man who couldn't Cry"



Saat tam 12:00'de sokakta deli havai fişek patlattık, bütün Kopenhag sokaktaydı ve aynı Hollanda'daki gibi herkes birşeyleri tutuşturup duruyordu... Kızlar, ellerinde Champagne biz delileri seyrettiler bir süre. Donmuş halde mekana döndüğümüzde, önce Tanrı, Cennet vb karışımı sözleri olan iki şarkı ile iyi kız ve erkeklerden mürekkep bir koro sahne aldı; hemen ardından da oldukça şehvetli danslarıyla olağanüstü hoş siyah erkek ve kadınlardan oluşan yarı çıplak bir dans gösterisi geldi. Danimarka tipi laikliği de böylece yaşamış olduk.

Deliler gibi Champagne içerek neredeyse sabaha kadar dünyanın en absürd şarkılarıyla dans etmek de cabasıydı. ABBA da çaldı bir ara... Kuzey Avrupalılar her zaman o kadar da soğuk olmuyorlamış yani... Onu da öğrenmiş olduk...

2010 keyifli bir yıl olacağa benziyor.
.